17 Eylül 2010 Cuma

Üçüncü Göz İlmi - 7

1924 yılında Almanya'da atom bilimi üzerine bir araştırma merkezi kurulmuştu. Bir sabah aniden, Falkaneli adında bir adam buraya gidip merkezin üst düzey görevlilerine yazılı bir mesaj iletmişti. Bu mektupta şöyle yazıyordu: "Ben ve birkaç kişi atom bilimiyle ilgili bazı kesin gerçekleri bilmekteyiz ve bu bilgilere dayanarak sizi atom araştırmalarında daha ileri gitmemeniz için uyarıyorum çünkü bizim uygarlığımızdan önce gelen niceleri patlayıcı atom enerjisi sayesinde kendi kendilerini yok etmişlerdir. Daha ileri gitmeden araştırmaları durdurmak en hayırlısıdır." Daha sonra bu satırların yazarı bulunmaya çahşıldıysa da başarılı olunamadı.

1940'ta Heisenberg adlı büyük Alman bilim adamı, atom enerjisini geliştirmek üzere çalışmalar yapıyordu. Yine aynı kişi, yani Falkaneli onun evine gelerek hizmetçisine bir not uzatıp oradan uzaklaştı. Notta yazan mesaj aynıydı ve yine yazarın izi bulunamadı.

1945'te Hiroşima'ya atom bombası atıldığında bombanın yaratılmasına katkıda bulunan on iki bilim adamının her biri de, Falkaneli'den hala araştırmaları durdurmak için çok geç olmadığını; aksi taktirde yıkım için ilk adım atıldığına göre sonuncusunun da fazla uzakta olmadığını dile getiren benzer bir mektup aldılar. Amerika'nın  en  büyük nükleer bilim adamı olup atom bombasının üretimine büyük katkılarda bulunmuş olan Oppenheimer bu mektubu alır almaz nükleer araştırma kurulundan istifa edip, "Günah işledik" diye beyanatta bulundu. Oysa bir kez daha bu Falkaneli'nin izine rastlanamamıştı. Falkaneli'nin iddiası epey olasıdır: Bizden önceki uygarlıklar atom enerjisiyle oynayıp kendi kendilerini yok etmiş olabilirler.

Hindistan'da Mahabharata savaşı sırasında biz de atom enerjisiyle oynayıp kendimizi yok ettik. Durum şudur: Çocuk büyür ve babasının yaptığı hataların aynılarını yapar. Artık yaşlanmış olan baba onu bu hataları tekrarlamaması için uyarır ama artık yaşlanmış olan kuşaklar genç kuşakları uyarsa da gençlikte böyle hatalar hep yapılır. Uygarlıkların yıkılması da aynı adımların atılıp, geçmiş uygarlıkların hatalarının tekrar edilmesinden kaynaklanır. Uygarlıklar da çocukluk ve gençlik evrelerinden geçip, yaşlanır ve ölürler.

Yoganın içgörüleri yirmi bin yıllık bir süreç sonucunda kazanılmıştır; tarihi olarak yirmi bin yıllık bir dönemin vardığı sonuçlar oldukça açık ve nettir. Bir adamın gençliğini incelemek istediğinde on adama birden göz atman gerekir çünkü bir adam için geçerli olan, herkes için geçerli olmayabilir. Tek başına bir kişi veya bir olayın incelenmesi sonuca varmak için yeterli değildir. Bu yüzden geçmiş yirmi bin yılın oluşturduğu resmin yeterince açık olduğunu söylüyorum.

Yirmi bin yıl boyunca yoga, bu dünyevi yaşamın ötesini bilebilmek için beynin uyur vaziyette, faaliyet dışı olan üçüncü göz çakrasıyla bağlantılı olan diğer yarısını harekete geçirmemiz gerektiği konusundaki ısrarını korudu. Mutlak olana dair, yani maddenin ötesine dair herhangi bir şey öğrenmek istiyorsan beynin bu diğer yarısının faaliyete geçmesi gerekiyor. Ve bu diğer yarıya açılan kapı, yani üçüncü göz çakrası, tilak'ı uyguladığımız noktadadır. Orası dışsal noktadır ve alnın yaklaşık dört santim derininde yer alan içsel bir merkeze karşılık gelir. Bu derin nokta, bu merkez, maddenin ötesinde yer alan transandantal dünyaya açılan bir kapı görevi görür.

Hindistan'da tilak kullanıldığı gibi, Tibet'te de üçüncü göz çakrasına ulaşabilmek için bu noktaya cerrahi müdahaleler uygulamaya dayalı yöntemler mevcuttur. Tibetliler üçüncü göz çakrasına ulaşmak için tüm diğer uygarlıklardan çok daha fazla çaba göstermişlerdir. Gerçekten de farklı yönlerden yaşamı irdeleyen Tibet ilim ve yaklaşımlarının tümünün temelinde üçüncü göz anlayışı yatar.

Daha önce trans halindeyken hastalıklara çare bulan Edgar Cayce'ten söz etmiştim. O, Amerika'daki tek vakaydı, oysa Tibet'te insanlar yalnızca transa, samadhi'ye geçebilen İnsanlardan tıbbi öneri alırlar. Tibetliler üçüncü göz çakrasına ameliyatla dışarıdan ulaşmaya çalıştılar. Ancak bu noktaya dışarıdan ulaşmak, Hindistan'da yapıldığı gibi yoga yöntemleriyle içsel olarak ulaşmaktan oldukça farklıdır. Beynin uykuda olan kısmı yoga sonucu içsel olarak etkin duruma geçtiği zaman, bilincin gelişiminden dolayı etkinleşmiş olur. Bu merkez, bilinçsel arınma gerçekleşmeksizin dışsal olarak açıldığında beynin o yarısının faaliyete geçmesiyle elde edilecek başarıların kötüye kullanılma olasılığı doğar çünkü adam aynı kalmış, bilinci meditasyon yoluyla içsel bir dönüşüme uğramamıştır. Bilincin meditasyon sonucunda değişim geçirmesi gerekmektedir.

Beynin bu tarafı içsel bir dönüşüm olmaksızın etkin duruma geçerse, kişi örneğin duvarların ve maddesel engellerin arkasını görebilme yeteneğini kuyuya düşmüş birini görüp onu kurtarmak için değil de yerin altında gördüğü hazineleri çıkarmak için kullanabilir. Böyle bir kimse insanların kendisine itaat etmesini sağlayabileceğini gördüğünde onlardan kendi çıkarları için faydalanabilir.

Dışsal müdahaleler Hindistan'da da yapılabiliyordu ama Hintliler buna hiç yeltenmediler çünkü yogayı uygulayan kimseler bilincin içsel olarak dönüşümü gerçekleşmeksizin böyle güçlerin etkin duruma gelmesinin ve onları kötüye kullanacak olan kimselerin eline geçmesinin ne denli zararlı sonuçlar doğurabileceğini biliyorlardı. Bu tıpkı bir çocuğun eline bir kılıç vermeye benzer. Çocuk kılıçla yalnızca diğerlerini değil kendini de öldürebilir. Demek ki yeni güçler etkin kılınmadan önce bilincin dönüşüme uğraması şarttır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder